Afrika'ya Dokunmak

Tombul başparmağıyla radyonun frekans ayar düğmesini cüssesinden beklenmeyecek bir hassasiyetle bir aşağı bir yukarı çevirirdi. Aradığı frekansı bulana kadar sabırla uğraşırken transistörlü radyomuzun hoparlöründen komşu galaksilerden birileri varlıklarını biz dünyalılara duyurmaya çalışıyormuş gibi kozmik sesler çıkardı.

Kırmızı çubuk, uzak ülkelerin uzak şehirlerinin isimlerinin üstünden tekrar tekrar geçerken o anlaşılmaz garip sesler yerlerini ara ara oynak bir Yunan havasıyla aynı frekansı kapmaya çalışan uşşak makamında bir Zeki Müren şarkısına bırakırdı. Bazen de öyle hızlı hızlı ne anlattıklarını merak ettiğim İtalyan spikerlere. Sırtını zeytinliklere yaslamış Midilli Adası’nı seyreden sahildeki meyve bahçemize medeniyet, daha doğrusu elektrik ve telefon henüz ulaşmamıştı. Dört kilometre uzaktaki kasabaya yürümedikçe dünyayla tek bağlantımız bana birkaç kulaçta ulaşılabilecek kadar yakınmış gibi gelen Yunan adasını evimize taşıyan cızırtılı transistörlü radyomuzdu. Sonunda doğru yerin üstüne geldiğinde, kendinden emin, davudi sesiyle Amerikalı spikerin sesi bizlere dünyadan haberler vermek üzere terasımızda yankılanırdı: “This is Voice of America”[1].

Babam kaybettiği oyuncağına kavuşmuş bir çocuk kadar mutlu, sedirdeki köşesine yerleşir ve dinlemeye başlardı. TRT’nin radyo yayını Kaz Dağları’nı aşıp bize ulaşamazdı. Ama Sam Amca kendisinden dünyada neler olup bittiğini öğrenmek arzusuyla yanıp tutuşan babamın, Ege’nin unutulmuş bir köşesindeki yazlığımızda bizimle olabildiği ender sabahlarda mis kokulu pembe domatesli, zeytin-peynirli kahvaltımızı paylaşırdı. Midilli Adası’nda da sabah kahvaltısında Amerikanın Sesi’ni bizimle aynı anda dinleyen bir aile var mıydı acaba?

Geceleri, civarda hiçbir ışık kaynağı olmamasından yüz bulan arsız yıldızlar o kadar parlar o kadar parlarlardı ki, babamla sahilde yaktığımız kamp ateşi bile onları sönükleştiremezdi. Güneş battıktan sonra öğleden sonraki telaşlarından sıyrılan dalgalar, halinden hoşnut bir kedinin mırıl mırıl nefesi gibi ateşimize usul usul sokulup geri çekilirlerdi. Sırtıma batan serin çakıl taşlarına aldırmadan uzanır, başımı babamın kucağına yaslardım. Gündüzleri kıyıdan toplayıp onun haftasonları gelişi şerefine yakacağımız kamp ateşleri için güneşte kuruttuğum odun ve dal parçalarının çıtırtıları kulağımda, Midilli Adasında tepeyi tırmanan bir aracın farlarını yakalayabilir miyim diye dikkatle karşı kıyıyı seyrederdim. Arada kuvvetli bir çıtırtıdan sonra rampasından fırlamış roket gibi bir kıvılcım samanyolunun derinliklerine doğru yükselirdi. Biz adadakilerin farlarını görebiliyorsak onlar da bizim kamp ateşini görebiliyorlar mıydı acaba? Gözlerimi Samanyolu’nun derinliklerine diker, bir köşesinde gizlenmiş dünyayı gözetleyen uzaylıların bu kıvılcımla Midilli Adası’ndaki araba farlarını farkedip etmediklerini düşünür, ürperirdim. Uzaylıların düşüncesi bile korkutucuydu. Ama korkum hemen gelip geçerdi, nasıl olsa babam bizi uzaylıların istilasından korurdu.

Bizim sahilden Midilli Adası’na yüzme fikri ne zaman aklıma düştü bilmiyorum. Ama haftasonları bir an bile rahat bırakmadığım babamı iyice bunaltmış olmalıyım ki çok kötü bir yüzücü olmasına rağmen günün birinde mutlaka Midilli’ye yüzeceğimiz sözünü vermişti. Geceleri yan yana adaya yüzüşümüz rüyalarımı süslüyor, umutla o günü bekliyordum. Kollarımı açıp sımsıkı sarılmayı sevdiğim kocaman göbeğiyle sevecen bir foku andırırdı ama iyi yüzemezdi. Olsun, yine de benim için dünyanın en güçlüve en akıllı babasıydı O. Midilli’ye yüzme hayalim bir türlü gerçek olmadı ama açık deniz iştahım beni bir kıtadan diğerine, bir ülkeden bir başkasına yüzdürürken, bir zamanlar aynı iştahı paylaşmış olduğuna inandığım babamın ruhu hep benimleydi. İstanbul Boğazı’nda Asya’dan Avrupa’ya ilk yüzüşümde, Rumeli Hisarı’nda mola verip heyecandan dörtnala koşan nabzımı düşürmeye çalıştığımda zaman da… Bir temmuz gecesi etlerimi ısıran Manş Denizi’nin soğuk sularında İngiltere’den Fransa’ya kulaç atarken de… Hayatımda daha önce hiç ayak basmadığım Afrika kıtasına avuç izimi bırakırken de beraberdik. Geceleri rüyama giren uzaylılar ve başka korkunç yaratıklar yüzünden ağlayarak uyandığımda babamın radyoda uzaylıların frekanslarını karıştıran tombul parmakları bu kez, narin kollarıyla kum üstünde süzülen bir deniz yıldızı gibi kaşlarımın üstüne hafif hafif masaj yapar, beni yeniden uykunun kollarına emanet ederdi.

Çocuklarım olunca anladım ki meğer her çocuk dünyaya kendi “otantik öcü koleksiyonu”yla geliyormuş. Geceleri ağlayarak uyandıklarında korkularını yatıştırmak ve tekrar uykuya dalmalarını sağlamak için dünya müziğine meraklı eşimle birlikte öyle çok yöntem denedik ki… Alarm çalıp da iş için hazırlanma vakti gelmeden önce hiç olmazsa bir saat daha uyuyabilmek için annelerimizin suflelerine de başvurduk, yirmibirinci yüzyıl çocuk yetiştirme kitaplarının önerilerinden de çare umduk. Ama en büyük keşfimiz ayağımızda sallamaktan, battaniyeden salıncak yapmaktan,hatta pijamalarla arabaya atlayıp loş sokaklarda dolaştırmaktan daha etkili ve kesin bir çözüm olan Radio Tarifa’nın Rumba Argelina[2] albümü oldu. Gecenin bir yarısı albümü sesini olabildiğince kıstığım müzik setine yerleştirirdim. Birden dünya değişirdi. Afrika çöllerinin baharat kokulu sıcak soluğu… Bir eski zaman kervanındaki develerin adımlarının hüzünlü ritmi… Tutkulu, tuzlu Akdeniz öpücükleri… İmkansız aşkının yasını haykıran bir çingene… Dünyanın sonunu bulmak isteyen korkusuz denizcilerle Tarifa’dan Atlantik’e yelken açanbir karavel[3]…Buzukinin yakınmalarına huzur üfleyen bir ney… Boynunda akordeonuyla gezen bir sokak çalgıcısı… Transistörlü radyonun içindeki uzaylıların yadigarı cızırtılar…Hep birlikte loş salonumuzdaki gölgeleri selamlardı. Kırmızı çubuğun üstünden geçtiği uzak şehirlerin çağrısına dayanamayıp sonunda, kucağımdaki bebecikle kervanın en arkasındaki yüksüz devenin üzerine atlardım. Boynumdaki ılık nefes o anda uykuya teslim oluverirdi.

Çocukken yapayalnız uzun yürüyüşler yaptığım ıssız sahilimizde bulabildiğim en iri minareleri kulağıma dayar, denizin içine üflediği masalları dinlerdim. “Keşke” derdim, yanımda bir arkadaşım olsa da ona da dinletsem bunları… Bana uzak sahillerde minarelerin anlattıklarını dinlemeyi seven kız çocuklarıyla tanıştığımda hepimiz çoktan büyümüş, eczacı, mühendis ve doktor olmuştuk. Ama denizin tuzuyla mühürlenmiş kalplerimiz sahildeki çocukluğumuzun elini sımsıkı tutmuş, hiç bırakmamıştı.

Günün birinde üç kadın, Sinem, Seda ve ben, iyilik için, hiç tanımadığımız kadınların hiç tanımadığımız çocukların korkularını yatıştırabilmesi ve onları sarıp sarmalayabilmesi için kulaç atmaya karar verdik. İspanya’nın Tarifa kentinden Fas kıyılarına yüzerek Cebelitarık Boğazı’nı aşacaktık. O zamana kadar Tarifa benim için sadece müzik demekti. Oysa, Avrupa’dan Asya’ya uzanan İber yarımadası, Avrupa’nın miskin miskin gerinen bir kedinin uzattiği patisi, Tarifa da Cebelitarık Boğazı’nı aşıp Fas kıyılarına takmaya çalıştığı tırnağıydı. İki kıtanın birbirine en çok sokuldukları noktada, Fas kıyılarına birkaç kulaç mesafede batının içinde doğuyu damıtmış küçücük bir kentti.

Basit şeyler beni hep mutlu eder. Denizin tuzlu tadı gibi, ya da yüzümü okşayan rüzgar, hatta kirpiklerimi birbirinden ayırmama izin vermeyen güneş gibi… Tarifa limanında, aylak martılar gibi yüklerimizin üstüne tünemiş Deniz Tanrısı Poseydon’un o gün yüzmemize izin verip vermeyeceğini öğrenmek için bizi Fas’a yüzdürecek kaptanımızı bekliyorduk. Yanımda bu basit zevkleri benim gibi nimet kabul eden dostlarım varken benden mutlusu yoktu. Limanın durgun sularında sardalyalar gibi yan yana dizili teknelerden hangisinin bizi Kuzey Afrika’ya yüzdürecek tekne olduğunu kestirmeye çalışıyorduk. Güneş gün boyu cömert davranacağının sinyallerini çoktan vermeye başlamıştı. Ama gerçekten o gün yüzüp yüzemeyeceğimizi kaptan limana gelince öğrenecektik. Ertesi gün şiddetli rüzgarlar başlayacaktı. Eğer o gün yüzemezsek evlerimize kulaçlarımız boş geri dönmek zorunda kalacaktık. Çünkü Cebelitarık Boğazı’nda hava durumunun nazını bekleme şansımız yoktu. EğerTarifa’da günlerce kalırsak, ortaokul mezuniyet töreninde Sinem’in kızının saçını kim yapar, oğlunun kravatını kim düzeltirdi? Posta kutusunda biriken yüzlerce epostaya kim yanıt verirdi? Seda’nın, İzmir’in en şefkatli eczacısının yolunu gözleyen hastalarına ilaçlarını nasıl alacaklarını kim sabırla tekrar tekrar tarif eder, üçüncü çocuğu gibi sevdiği bahçesinde yabani otları kim temizler, çiçeklerini kim sulardı? Benimkilerin çok bilinmeyenli karate, futbol, tenis antrenman trafiği denklemini kim çözer, bir an önce kliniğe dönmemi bekleyen hastalarıma kim bakardı?

Cebelitarık Boğazı’nı geçmek için tüm dünyadan akın eden yüzücüler yüzünden ağarttığı bembeyaz saçları ve yaşının yorgunluğu henüz vurmamış yüzüyle kaptanımız çıkageldi. Gülen gözlerinde önceki başarılı geçişlerin flamenkosu vardı. Aramızdaki dil engeline rağmen, tüm bedeniyle karşı kıyıya başarıyla çıkmamızı en az bizim kadar istediğini hissettiriyordu.

Sonunda, Tarifa limanından ayrılmak üzere hareket eden teknenin kıç kısmında oturmuş, internet bağlantım kopmadan son Instagram hikayemi göndermeye çalışıyordum. Birden sarsıldım. Atlantik’in güçlü dalgaları, limanın sakin sularından burnunu uzatan teknemize “Hoş geldin” demişti. Neye meydan okuduğumuzu anlamamızı ister gibiydi. Suyun yüzeyi düşünceli bir bilgenin kırışıklıklarla kaplı alnı gibi milyonlarca kırışıklıkla sürekli değişiyordu. Bizim için neler düşünüyordu acaba? Bırakacak mıydı yüzerek geçelim İspanya’dan Fas’a?

Birkaç dakika sonra bayrak yüzüşümüze başlayacağımız İspanya’nın en güney ucu olan Tarifa Burnu’ na yol alırken Sinem pembe Koruncuk[4] şapkasını başından çıkardı, üstünde adı yazan beyaz bonesini taktı. Atlantik, bir nehir gibi burundaki kayalıkların önünden çağlayarak Doğuya, Akdeniz’e doğru akıyordu. Kaptan sonunda “haydi” dediğinde lacivert sulara atladı. İki yüz yıldan uzun süredir nişanlısını beklemekten usanmamış tombul bir gelini andıran beyaz deniz fenerinin, “insanların övgüsüne muhtaç” [5] olmadan bir başına yükseldiği kayalıklara doğru yüzdü.

Geçişimizin başladığını müjdeleyecek sireni beklediğimiz o kısacık anda Atlantik Sinem’i bir anda Akdeniz’e süpürüverecekmiş gibi geldi bana. Sonunda aylardır beklediğimiz, uğurunda havuzun iki duvarı arasında kilometrelerce gidip geldiğimiz, ailelerimizi ve işlerimizi bırakıp yola çıktığımız siren çaldı. Sinem de kavgacı dalgaların sataşmalarına palet bırakmadan kulaç atmaya başladı. Yüzüşün ilk bir saati geçişimizin kaderini belirleyecekti. Eğer bu sürede güçlü akıntıyı yarıp daha sakin sulara ulaşabilirsek Afrika’ya varma olasılığımız artacaktı. Akıntı öyle kuvvetliydi ki, Tarifa kıyıları bizi hiç bırakmayacakmış gibi geldi bana. Gerilim filmi izler gibiydim. Heyecandan Sinem’e bakamıyordum. Gözlerimi ondan kaçırıyor, içimden ona kadar sayıp sonra gözlerimi tekrar bulunduğu noktaya getiriyor, kıyıdan yeteri kadar uzaklaşıp uzaklaşmadığını kestirmeye çalışıyordum. Yarım saatin sonunda bayrağı Seda devraldı. Sinem’in bıraktığı yerden, hiç hız kesmeden lacivert ipek kumaşın üstünde kayan bir makas darbesi gibi denizi zarif kulaçlarıyla açarak ilerlemeye başladı. Yavaş yavaş, Pazar gününün rehaveti içinde boş bir film seti gibi poz veren Tarifa şehrinden uzaklaşıyorduk. Birazdan sıra bana gelecekti. Akıntının en zor kısmını aşmış, nispeten sakin sulara ulaşmıştık.

Kaptan son bir dakika için hazır olmamı söylediğinde levante[6] kulaklarıma melankolik bir udun fısıldadığı hikayeyi taşıyordu. Tanca’dan[7] yola çıktığı bir tekneyle karşı kıyıdaki kentin isim babası olmaya giden Tarif İbn Malik’in hikayesini.

Açık suyun çağrısına kulak verip kendimi denizlere vurduğumda, çocukluğum biterken vedalaştığım öcüler köpek balığı maskesi takarak geri döndüler. Denizin ortasında bir başıma yüzerken, birden zihnimde “acaba altımdan şu an ne geçiyor olabilir?” sorusu belirdiğinde tüm vücudumun ürpermesine bir türlü engel olamam. Korkusuz değilim. Köpek balıklarından ve suyun altında göremediğim pek çok şeyden korkarım. Ama korku yüzünden baş edebileceğimin kat kat üstünde damarlarıma pompalanan adrenalinin kaslarımı ele geçirip beni felç etmesine izin vermemek için direnirim. Uydurduğum bir tekerleme, kulaçlarımı saymak, ciğerlerimi havayla bir doldurup bir boşaltan nefesime odaklanmak korkuma teslim olmamı engeller…

“Madem bu kadar korkuyorum, neden bunu yapıyorum?” Bu soruyu kendime her açık su maratonunun startında diğer yüzücülerle birlikte Caretta’lar gibi denize koşarken sordum. Çocuklarımla kahvaltı etmem gereken saatte sabahları havuzda antrenman yaparken; Yunanistan’ın Spetses adasında akıntı yüzünden yerimde saydığım yarışta yorgunluktan kopan kollarım “Haydi yarışı bırak, daha fazla zorlama” diye bağırırken; Manş’ın insanın etini sızlatan soğuk sularında gece vakti kulaç atarken doğan aya sevindiğimde sordum. Cevabı çok açıktı. Tıpkı Martı Jonathan’ın havadayken neler yapıp neler yapamayacağını görmek, pelikanlar gibi alçaktan uçup uçamayacağını keşfetmek istemesi gibi bir şeydi bu. Beş-altı kilometrelik bir yüzme maratonunu tamamlayıp tamamlayamayacağımı, 16 derece sıcaklığı olan denizde saatlerce yüzmeye dayanıp dayanamayacağımı, standart altı kişi yerine dört kişilik bir bayrak takımıyla İngiltere’den Fransa’ya yüzüp yüzemeyeceğimi görmek istiyordum. Ve korkumun bunları gerçekleştirmeme engel olmasını istemiyordum. O kadar.

Çok çalışmıştık. Nasıl bir damla lavanta yağı için binlerce lavanta çiçeği ezmek gerekiyorsa, bir açık su geçişinde bir kilometre katedebilmek için de öncesinde havuzun iki duvarı arasında kilometrelerce gidip gelmiş olmak gerekiyordu. Yoksa soğukla, akıntıyla, dalgalarla ve bunlar yetmezmiş gibi bir de korkuyla mücadele eden bedeniniz size ihanet edebilirdi.

Siren çalınca suya atladığımda üstüme gelen ve bir ağızdan konuşan geveze dalgalar beni sersem etti. Birisi “Tarifa’dan balina izleme turları düzenliyorlar. O sularda kimbilir başka neler vardır neler?” diyip korkumu kabartıyordu. Diğeri “Tarife kelimesi rıhtımlarını kullanan tüccarlardan ücret alan Tarifa’dan geliyor” diyordu. Bir başkası “Tarifa sadece müzik değil miydi? diye aklımı karıştırıyordu. Beni arkamdan Fas’a doğru itekleyense “Neden burada olduğunu hatırla ve şu tekneyi takip et” diyordu.

Neden buradaydım? Hiç tanımadığım korunmaya muhtaç bir çocuk geceleri korkuyla uyandığında, onu bir kurumun soğuk ve sessiz duvarları değil de şefkatli bir kadının kucağı teselli etsin istemiştim. Tanıdık, tanımadık herkese haber salmıştık. “Her kulacımız 5 TL. Siz kaç kulaç bağışlayacaksınız?” diye.

Denizin derinlerdeki lacivert karanlıkları çocuk düşmanı kara geceler kadar ürkütücüydü. Ama o laciverdin içinde bizim için öyle derin bir anlam yüklüydüki… Kırklı yaşlarının ortalarında, ailelerinden ve işlerinden arttırdıkları zamanı antrenmanlara ayıran üç kadının korkularına direnmelerinden, bir denize daha meydan okumalarından çok daha başka şeyler ifade ediyordu: Birbirini hiç tanımayan insanların el ele vermesi, katlanarak büyüyecek bir iyilik ve şefkat.

Su serindi, ama üşütmüyordu. Her kulaçta suyu yakalamaya, bedenimin altından arkaya doğru itmeye odaklanıyordum. Sağ avucumun yaptığı baloncuklar denizin lacivert derinliklerine ok gibi saplanan ışık demetlerinin önünde dans ediyordu. Sol tarafta baloncuklar pek azdı. İstanbul’a dönünce sol kolumun çekişine daha fazla yüklenmeliydim…

Dakikalar geçtikçe bir darbukanın beni neşelendirmeye çalıştığını fark ettim. Fain Duenas[8] “Amma da ciddisin, gevşe biraz, keyif al” diyordu sanki. Ben de kulaçlarımı Duenas’a sufle veren Afrika’nın nabzına uydurdum. Arada başımı ileriye kaldırıp takip etmemiz gereken tekneyi görmeye çalışıyordum. Akıntıda zigzaglar çizerek ilerleyen ve bizi düz bir hat üstünde karşı kıyıya ulaştırmaya çalışan kılavuz teknemizi.

İkinci ve üçüncü yüzüşlerimde korkumu, geride bıraktığım derin laciverde saplanan ışık demetlerinin arasında yitirdiğimden olacak artık daha sakin nefes alıp veriyordum. Vincent Molino[9]’nun kulaklarıma üflediği neyin tınısını işitecek kadar sessizdi zihnim. Boğazı aralıksız geçen konteyner yüklü şileplere gitgide daha fazla yaklaşıyorduk. Yüzmeye başladığımızda birer minareye benzettiğim Fas kıyılarındaki yük vinçleri artık birer ejderha pençesi gibi görünüyorlardı. Derin bir lacivertin içinde yüzmek özgürlüğün ta kendisiydi. Dalıp gitmişken, ara ara geçtiğim soğuk akıntılar tekrar nerede ve ne yapmakta olduğumu hatırlatıyordu bana. Cebelitarık Boğazı’ndaydık ve yüzerek İspanya’dan Fas’a geçiyorduk.

Çingene çocuğu Benjamin Escoriza[10], Granada’nın dağlarındaki köyünde, dedesinin düzenlediği bir fiestadan “kaldır kafanı!” diye yanık sesini ta Cebelitarık Boğazı’nda kulaç atan bana yetiştirdiğinde martıları gördüm. Fas kıyılarında kafa kafaya verip toplaşmış balıkçı teknelerinin üstünde sabırla paylarını bekliyorlardı. Kıyıya varmak üzere olduğumuzu anladım.

Başladıktan dört saat otuz altı dakika sonra elimi Fas’ın Cires Burnundaki kayalıkları kaplayan yumuşacık yeşil yosunlara dokundurabildim. Babamla Midilli Adası’na omuz omuza yüzebilmeyi başarmış kadar mutluydum. Kırk yıl düşünsem, daha önce hiç yolumun düşmediği bir kıtaya ayak izimi değil de avuç izimi bırakacağım aklıma gelmezdi. Tıpkı beklenmedik bir anda fark ettiğiniz, ama doğaları gereği hemen kaybolmaya mahkum güzellikler gibi kısacık bir andı. Yağmurdan sonra çıkan gökkuşağı, İstanbul Boğazı’nda önünüzde birkaç kez sıçrayıp siz yanınızdakine “bak bak” diye gösterene kadar kayboluveren bir çift yunus gibi.

Sırtımdan usulca itekleyerek beni kıyıya yanaştırdıktan sonra kollarını gevşeten dalganın, geri çekilirken bedenimi tekrar sarmasıyla kayalıktan iki üç kulaç uzaklaştım. Oysa kaptan tekneye çağırmadan son bir kez Afrika’ya dokunabilmek istiyordum. Gel gitler yaşayan kararsız aşığı oynayan bir Flamenko dansçısına öykünen Cebelitarık’ın suları aklımdan geçeni okumuş gibi partnerini kendi ekseninde döndürüp fırlatırcasına beni kayalığa itti. Tutunmak için elimi uzattığım sivri kaya avucumun içini kestiğinde yaklaşık bir dakikadır bu acemi partnerin ve kararsız aşığın Flamenko dansını izleyen martıyla göz göze geldim. Sadece hayatta neler yapıp neler yapamayacağını öğrenmek isteyen bu kadını, yani beni Martı Johnatthan’ın anlayışlı gözleriyle süzüyordu.

Güneş tuzlu kirpiklerimi açmama engel oluyordu. Gözlerimi yumdum, bir kez daha sınırlarımı zorlamamdan duyduğu mutlulukla mest olmuş kalbimi açtım. Kulaç kulaç yüzerek geldiğimiz yolu geri dönmek için bindiğimiz tekne dalgaların üstüne atılırken burnu havalanıyor ve etrafa su sıçratmaya bayılan oyuncu bir yunus balığı gibi şiddetle suya iniyordu. Her zıplayışta çıkardığı neşeli gümbürtü transistörlü radyomuzun cızırtılarına, bir çingenenin gırtlağından dökülen ezgi, uzaklarda bir çocuk köyündeki tasasız kahkahalara karışıyordu. Kum tepelerinin arasında ilerleyen kervandaki sonuncu devenin sırtına atladım. Adımlarının ritmi artık hüzünlü değildi; onları kah oynak bir Yunan havasına kah uşşak makamında bir Zeki Müren şarkısına uydurarak ileriliyordu.

[1]Amerika’nın Sesi Radyosu’nu dinliyorsunuz.

[2] “Batı ve Arap kültürünün birbirinin içine geçtiği İspanya’nın Tarifa kentinde Ortaçağ’da bir müzik istasyonu olsaydı nasıl parçalar çalardı?” sorusunun cevabını arayan grup. Kuzey Afrika ezgilerinin ve Ortaçağ müziğinin içinde eridiği, Flamenko ve Rumba tadında bir müzik yaptılar.

[3]15. Yüzyılda Portekizliler tarafından Batı Afrika Kıyılarını ve Atlantik Okyanusu’nu keşfetmek için geliştirilen yelkenli.

[4]Koruncuk Vakfı: Korunmaya muhtaç çocukların, çocuk köylerinde anne sevgisi ve aile anlayışıyla sürdürülen bir ortamda toplum için verimli, yapıcı kişilik kazanmalarını amaçlayan vakıf

[5]Virgina Woolf’un Denizfeneri’ne gönderme

[6]Cebelitarık Boğazında doğudan esen rüzgar

[7]Cebelitarık Boğazı’nın Fas kıyısında bir şehir

[8]Radio Tarifa grubu üyesi-perküsyon

[9]Radio Tarifa grubu üyesi-üflemeli

[10]Radio tarifa grubunun 2012 yılında hayatını kaybeden efsane vokalisti.